Ümmî kelimesi; anasından doğduğu gibi saf ve temiz kalan, okuma ve yazma bilmeyen, bir insandan eğitim görmemiş, Mekke’ye mensup, ehl-i kitâbın dışında kalan Araplar gibi mânâlara gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği üzere, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî idi, yâni okuma yazma bilmezdi.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
اَلَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِىَّ اْلاُمِّىَّ الَّذِى يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِى التَّوْرَيةِ وَاْلاِنْجِيلِ
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de (vasıflarını) yazılı buldukları O ümmî Rasûl’e tâbî olup O’nun izinden giderler…” (el-A’râf, 157)
Âlemlerin Efendisi’nin ümmî olduğunu o
zamanki müşrikler de kabûl ediyorlardı. Nitekim âyet-i kerîmede
bildirildiğine göre onlar:
وَقَالُوا أَسَاطِيرُ اْلأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً
“«Kur’ân öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırmış da sabah akşam kendisine okunmaktadır.» dediler.” (el-Furkân, 5)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmî denilmesinin sebepleri şöyle sıralanabilir:
- Annesinden doğduğu hâl üzere tertemiz kalmış, dışarıdan gelen bilgilerle aslî fıtratı ve sâfiyeti bozulmamış, bizzat Allâh Teâlâ tarafından tâlim ve terbiye edilmiştir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
سَنُقْرِئُكَ فَلاَ تَنْسَى
“Sana Kur’ân’ı Biz okutacağız ve aslâ unutmayacaksın.” (el-A’lâ, 6)
Hadîs-i şerîfte de:
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel kıldı.” (Süyûtî, I, 12) buyrulmuştur.
Allâh Teâlâ, Hazret-i Peygamber
-aleyhissalâtü vesselâm-’ın sadrını üç defâ mânevî ameliyattan geçirerek
(şerh-i sadr), kalbindeki menfîlikleri atıp yerine huzur, sükûnet,
merhamet, şefkat, îman ve hikmet gibi ulvî duyguları yerleştirmiştir.
- Peygamber Efendimiz, ehl-i kitâba değil Arap milletine mensuptur.
- Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Mekke’de dünyâya gelmiştir. Çünkü Mekke’nin isimlerinden biri de Ümmü’l-Kurâ’dır. Karye, Arapça’da köy veya en küçük bir yerleşim birimi demektir. Bunun çoğulu “Kurâ”dır. Ümmü’l-Kurâ, yerleşim yerlerinin anası, ilki demektir.
Araplar umûmiyetle ümmî idiler.
Kültürden uzak, okuma yazma bilmeyen bir kavimdiler. Allâh Teâlâ onlara
kendi içlerinden, sâfiyeti bozulmamış bir kalbî kıvama sâhip zirve bir
peygamber göndermiştir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
هُوَ الَّذِى بَعَثَ فِى اْلاُمِّيِّينَ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ اَيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ
“Ümmîlere içlerinden, kendilerine (Allâh’ın)
âyetlerini okuyan, onları temizleyen, Kitâb’ı ve hikmeti öğreten bir
peygamber gönderen O’dur. Şüphesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık
içindeydiler.” (el-Cum’a, 2)
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkati şöyle ifâde buyurur:
“Biz ümmî bir cemaatiz. Ne yazı yazarız ne de hesap biliriz!” (Müslim, Sıyâm, 15)
Ümmîlik, alelâde insanlar hakkında
ekseriyetle ilim eksikliğini ifâde eden bir sıfatken, Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- için tam aksine olgunluk ve üstünlük ifâde
eder. İlim ve amel cihetinden olgunluğu, okuyup yazanları dahî âciz
bırakan bir peygamberin aynı zamanda ümmî olması, O’nun doğrudan doğruya
Allâh tarafından gönderilmiş bulunduğunu ispatlayan hârikulâde bir
delildir.
Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur:
وَمَا كُنْتَ تَتْلُو مِنْ قَبْلِهِ مِنْ كِتَابٍ وَلاَ تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ اِذًا لاَرْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla tâbî olanlar şüpheye düşerlerdi.” (el-Ankebût, 48)
Ümmî bir insanın te’yîd-i ilâhî, yâni
vahiy olmaksızın, kalbî mükâşefe yoluyla bütün insanları ve cinleri âciz
bırakan beyan mûcizesi Kur’ân-ı Kerîm’i meydana getirmesi; Firavun
kıssası, Hazret-i Mûsâ’nın annesinin kıssası, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın
kıssası gibi târihî hakîkatleri bilmesi mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş ümmetlerin
kıssalarını günümüz târih ilmi ve târih felsefesine mutâbık olarak en
ibretli bir tarzda insanlığa takdîm etmektedir.(Maurice Bucaille, Müsbet İlim Yönünden Tevrât, İncîl ve Kur’ân, s. 53-82, 157-175)
Diğer taraftan ümmîlik, Kur’ân hükümlerinin cihânşümullük kazanabilmesinin asgarî şartıdır. “Kervanın reisi, en zayıf ve yavaş olandır.”
darb-ı meselince, Kur’ân-ı Kerîm, getirmiş olduğu mükellefiyetlerin
bütün insanlara ulaşabilmesi ve bütün insanlar tarafından tatbîkinin
mümkün olması için bir bakıma ümmîlik seviyesini esas almıştır. Yâni
İslâm’ı anlayıp yaşayabilmek için sâde ve vasat bir insan olmak bile
kâfîdir.
Yine bu sebepledir ki İslâm, günlük ibâdetlerin vakitlerini
tâyinde Güneş’in, aylık ve senelik ibâdetlerin vakitlerini tâyinde ise
Ay’ın hareketlerini esas almıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, ümmî insanların
seviyesine inmiş olmasına rağmen hiçbir zaman o hâl üzere kalmalarını da
istememiş, onları ümmîlikten çıkararak kitâbî bir ümmet kılmayı
hedeflemiştir. Nitekim İslâm, yepyeni bir medeniyet kurmuş ve bunun
esâsını da “el-Kitâb” diye isimlendirilen Kur’ân-ı Kerîm teşkil etmiştir.
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul
0 yorum:
Yorum Gönder