Bu sebeple;“Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine, sofrada eline, misâfirlikte gözüne sahip ol!” denilmiştir.
Bir sultânın veya yüksek mevkî sâhibi
birinin huzûrunda olanlar, dışarıdaki gibi davranamaz, bulundukları yer
ve makâma uygun edepli tavırlar sergilemeye gayret ederler. Ehlullah da
her an Allâh’ın huzûrrunda bulundukları idrâkiyle yaşadıklarından, edebe
çok îtinâ ederler. Böylece edeb hâli, onların bütün hayatlarına yansır.
Zîrâ onlar, her zaman ve mekânda Hakk’ın huzûrunda bulunduklarını
perdesiz olarak gören ve delilsiz olarak hisseden ârif gönüllerdir. Yâni
onlar:
“…Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) sırrının âşinâları olarak her anlarını Allâh ile beraberlik şuuruyla yaşarlar.
Cenâb-ı Hak:
“Onlar namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)
“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23) buyurur.
Hazret-i Mevlânâ, bu âyetlere işârî bir mânâ vererek şöyle der:
“Kul, namazdaki hâlini namazdan
sonra da muhâfaza eder. Böylece bütün bir ömrünü, edeb ve huşû ile;
dilini ve gönlünü muhâfaza ederek geçirir. Bu, gerçek âşıkların, Hak
dostlarının hâlidir…”
Edebin en fazîletlisi, kişinin haddini bilerek sınırı aşmaktan sakınmasıdır. Bu sebeple;
“Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine, sofrada eline, misâfirlikte gözüne sahip ol!” denilmiştir.
Edebin esâsı, îmânın
olgunluğundan başka bir şey değildir. Edeb, hayvânî vasıflardan kurtulup
insânî meziyetlerle ziynetlenmmektir. Gerçekte müslüman olmak da, İslâm
edebine sâhip olmaktır; ulvî güzellikleri, hâl ve davranışlara
yansıtabilmek ve bunları sürekli hâle getirebilmektir. Bu da ancak
insanın, ihsân duygusuyla, yâni devamlı bir sûrette ilâhî kameralar
altında bulunduğu şuuruyla yaşammasına bağlıdır.
EDEP, EDEPSİZLİĞE DE SABIR VE TAHAMMÜL GÖSTERMEKTİR!
Edeb, aynı zamanda her edepsizin edepsizliğine de sabır ve tahhammül gösterebilmektir. Edeb, rûhun ve gönlün süsüdür.
Edeb, her işin usûlüdür. Usûlsüz vusûl (vuslat, maksada ulaşmak) mümkün olmadığından, edeb noksanlığı
ile de gerçek insanlık seviyyesine ulaşmak, mümkün değildir. Zîrâ
insan, bedeniyle değil, asıl yüksek rûhî temâyülleriyle insandır. Edeb,
aklın ve fazîletin dışa akseden görünüşüdür. Zîrâ dîn, edeb ve mürüvvet,
hep akıl ve fazîletin netîceleridir. Mü’minin edeb ve ahlâkının güzel
olması, îmânının da son derece kuvvetli olduğunun bir göstergesidir.
Yâni edeb, aynı zamanda kâmil îmânın bir aynasıdır.
Edeb, maddî ve mânevî belâlardan muhâfaza eden bir sığınaktır.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyurur:“Irzlarınızı muhâfaza eden kale, edeptir.”
Edeb, kâmil insanların muhabbet harcıdır.
Edeb, insana hayâtı ve içinde yaşadığı toplumu sevdiren, nezih bir keyfiyettir. Buna binâen büyükler, “Kişinin edepli olması, bütün dünya servetinden daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır.
Edeb, şeytanın düşman olduğu bir husustur. Bu sebeple evlâdına edeb öğretmeyen ana-baba, şeytanı ve düşmanlarını sevindirmiş olur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet’ten Günümüze FAZÎLETLER MEDENİYETİ – 2, Erkam Yayınları.
0 yorum:
Yorum Gönder