Allâh’ı ve O’nun sevdiklerini sevmek kadar, O’nun sevmediklerinden kalben uzaklaşmak da, îmânın bir sıhhat şartıdır.
Hakka ve hayra duyulan muhabbet
nisbetinde, onun zıddı olan bâtıl ve şerre nefret ve muhâlefet hissi
taşımamak, îmandaki zaaf ve kusurun bir göstergesidir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Her kim, Allah için sever,
Allah için buğzeder, Allah için verir ve Allah için vermekten uzak
durursa îmânını kemâle erdirmiş olur.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)
Kâmil bir mü’min, bütün fikriyâtı gibi
hissiyâtını da rızâ-yı ilâhîye göre tanzîm eder. Sevdiğini Allah için
sever, nefret ettiğinden de Allah için nefret eder. Bütün
hislerinin temelindeki ölçü; “Allah rızâsına uygunluk”tur.
ALLAH RIZASI İÇİN YAPMADIKTAN SONRA NAMAZ KILMIŞ, ORUÇ TUTMUŞ NEYE YARAR!
Abdullah ibn-i Abbas -rahmetullahi aleyh- asırlar evvelinden buyurur ki:
“Sevdiğini Allah için sev! Terk
ettiğini de Allah için terk et! Bilmiş ol ki, Allâh’ın rızâsı böylelikle
kazanılacak. Yoksa insan, oruç tutmuş, namaz kılmış, hacca
gitmiş… Bunlardan gereken faydayı göremeyecek. İnsanlar maalesef bugün
iyice dünyalık oldular. Muhabbet ve nefretleri sırf dünya menfaatleri
içindir…”
Muhabbet ve nefret husûsunda Allâh’ın
rızâsını gözetme firâseti kaybedildiği zaman, kişi nefsinin maskarası
hâline gelir. Îman hassâsiyetleri yerine, dünya menfaatlerini ön planda
tutar. Bu sebeple de “hoşgörü” adı altında yanlışları hafife almaya, “aman kırılmasın, gücenmesin, dostluk ve menfaatimiz zarar görmesin”
gibi düşüncelerle sessiz kalmaya başlar. Bu ise, kişinin hem kendisine
hem de haksızlığına göz yumduğu insana yapabileceği en büyük
kötülüklerden biridir.
Nitekim Süfyân-ı Sevrî Hazretleri şöyle buyurur:
“Bir kişi yanlış bir iş yapar,
kardeşi olduğunu iddiâ eden diğeri de onu nezâketle îkâz etmezse, bilin
ki onun muhabbeti Allah için değildir. Şâyet Allah için olsaydı, Allâh’a
âsî gelen kimseyi, onun anlayacağı bir üslûpla îkaz ederdi.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLÂKINDAN, Erkam Yayınları.
0 yorum:
Yorum Gönder